1 Ocak 2012 Pazar

yeni sitem..

kendimi bloguma ihanet etmiş gibi hissetsem de bundan sonra günlüğüme www.fatmaguney.com adlı siteden devam edeceğim..

22 Aralık 2011 Perşembe

Çınar'ımız..


Bugün Çınar’ımızın ilk doğum günü.. Onunlayken koskoca yıl göz açıp kapayana kadar geçmedi. Onunla geçen her anımız doluydu ve anlamlı. İlk hareketlerini, ilk gülücüklerini, ilk hecelerini, ilk adımlarını keyifle izledik. Bazen biz de çocuk olduk, büyüdük onunla beraber. Aile olmanın kutsallığını anladık yine ve yeniden.

Sevinci oldu evimizin, hiç bitmeyen neşe kaynağı.. bizi etr...afında bir araya toplayıp kenetleyen güç oldu..hepimizin sevgilisi, yaşamımızın vazgeçilmezi oldu..

İyiki varsın Çınar’ım. İyi ki gelmişsin yaşamımıza tüm sıcaklığınla.
Seni çok ama çoooookkk seviyorum..

19 Ekim 2011 Çarşamba

Kara gün!!!

Bugün kara bir gün. Bugün birçok evde yas var. Hakkari'de 24 askerimiz şehit oldu. Anaların, babaların, eşlerin, çocukların, sevgililerin yüreğine kapkara bir ACI çöktü.
Haberi alır almaz ben de telefona sarıldım. Benim de dayım Hakkari'de asker. Hakkari'nin bir köyünün bilmem hangi dağının tepesindeki ıssız bir karakolda. Saatlerce ona ulaşamadık. Dua ettik, açıklanan şehit isimlerinin içinde onun ismi olmasın diye, başkası olsun. Ne utanç verici..
Saatler sonra ona ulaştığımızda daha olan biteni anlayamamıştı.. Sadece sabaha karşı dikkatli ve hazır olun haberi gelmiş ve keşfe çıkmışlar. Sonrasında nöbetini devredip uyumuş. Uyandığında olanları yarım yamalak duymuş. Şehit varmış galiba diye bana sorarken sesi çok umutsuzdu. Korkuyordu. O an kendimi çok çaresiz hissettim. Orada, o dağın başında o ve diğer askerler vatanı yani bizleri koruyorlar; ölüm hep çok yakınlarında, özellikle de son aylarda.
Bu topraklar daha ne kadar kanla sulanacak. Daha çok geçmedi. 90 yıl önce yüzbinlerce insanımız Kurtuluş Savaşında bu vatan için şehit düştü, bu vatan toprağını kanlarıyla canlarıyla besledi. O yüzden diyor ya Mehmet Akif:
'bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı
düşün altında binlerce kefensiz yatanı'
Sonra bu küllerin içerisinden yepyeni bir millet doğdu. Atatürk'ün Türkiyesi. Canını hiçe sayarak, ölüme hep meydan okuyarak cephelerde askerlerinin yanında savaşan bir vatanseverdi o. Bu millete inancı sonsuzdu. Başaracağından emindi. Korkmadı, hiç geri adım atmadı, onun için ya özgürlük olacaktı ya da ölüm. Kurtuluş Savaşından çıktıktan sonra herkes gibi o da yorgundu. Ama durmadı, duramazdı. Vatan kurtulmuştu, ama halkının kimseye muhtaç olmadan kendi ayaklarının üstünde durması, yaşamını sürdürmesi gerekiyordu. Bu hiç kolay olmayacaktı. Halk bitkindi, açtı, sefaletin eşiğindeydi. Onun yapmak istedikleri yenilikleri anlamıyorlardı. Bir an halkına inancını yitirecek gibi oldu. Ama hemen silkindi. Milletimizin manevi gücü tüm dünyanınkinden üstündür diyordu. Ölümüne kadar hiç durmadan bu ülkenin refahı için çalıştı. Yapacak bir şey kalmadığını gördüğünde ise bu ölümsüz eserini Türk gençliğine devretti. TBMM'nde yaptığı Geçliğe Hitabesinde reformlarının bekçileri olarak gençleri tayin ediyordu.
Şimdi gençlerimiz bu mirasın ne kadar farkındalar acaba? 'Atatürk' sadece bir isimden mi ibaret, bu kelimenin içine bakabiliyorlar mı, gerçekten Atatürk'ü anlayabiliyorlar mı? Daha doğrusu biz anlatabiliyor muyuz? Onun memleket sevdasını anlayabilmiş miyiz?
Çalkantılarla dolu yakın tarihimizi ne kadar biliyoruz? Daha 1990'larda terör yüzünden verdiğimiz kayıplar ne olacak? Şimdi her gün başka başka yerlerden gelen şehit haberleri sadece canımızı mı yakacak? Yapabilecek hiçbir şeyimiz yok mu?
Merak ediyorum, acaba kaç kişi bugün izlediği diziyi bırakıp şehitlerimiz için, güzel vatanın düştüğü bu durum için birazcık düşündü? Ya da bugün ağlayanlar, çıkıp sokaklarda protesto gösterisi yapanlar yarın ne yapacaklar, televizyonun kaşısına oturup kaldığı yerden devam mı edecek?
Bu gece kafam hep bu sorularla dolu. Acaba ben ne yapacağım. Facebook'ta taziye dileklerimi paylaşıp, terörü lanetleyip, kanınız yerde kalmayacak deyip bir gün sonra güle oynaya hayatıma devam mı edeceğim?
Acaba Atam şu an burada olsaydı hala bu millete, gençlerine inanır mıydı, bu mirası onlara devreder miydi?

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Portofino..

İzlediğim bir filmde ’ Italy is not a country, it’s an emotion’ diyordu kadın Amerikalı sevgilisine.


Filmin adını ve filmin geçtiği şehri hatırlamıyorum ama pek çoğumuzun Fred Buscaglione’nin meşhur şarkısından tanıdığı Portofino gerçekten bu sözün hakkını veriyor. İtalyan Riviera’sında yer alan bu küçük koyun turist akınları sonucunda bozulduğunu düşünüyordum ancak tamamen yanılmışım. Sakinliğini ve kendine özgü havasını korumayı başarmış. Sahile inen dar sokakta hediyelik eşya mağazaları, dondurmacılar , cafeler mevcut. Sahilde pizza, pasta, deniz ürünleri ve tabiki güzel şarapları bulabileceğiniz birkaç restoran mevcut. Ama hepsi bu kadar. Zaten U şeklinde küçücük bir koya sahip Portofino.

İtalya seyahatimiz sırasında kısa bir mola için uğradığımız Portofino ve çevresi için en az 4 gün ayırmanızı öneririm. Portofino’ya ulaşmak için içinden geçtiğimiz Santa Margarita ve etrafındaki Cingue Terre köyleri görülmesi gereken, daha doğrusu en az birer gün yaşanması gereken yerler.

Bu gezimizde Klasik İtalya turumuzu tamamlayıp, İtalyan Riviera’sının güzelim şirin kasabalarını ve Toskana bölgesinin tepelerinde yer alan ortaçağ kasabalarını keşfetmeyi bir dahaki sefere bırakıyoruz.

Yoğun bir gezi programı esnasında birkaç saatlik dinlenme fırsatı bulduğumuz sakin ve şirin Portofino’dan çektiğim kareler..








kırık dökük anılar..

Bugün tesadüf eseri doğduğum ve büyüdüğüm evin sokağından geçiyoruz. Acı tatlı anılar bibirine karışıyor; birden kırık dökük oluyor herşey.

Birkaç adım ötede doğduğum ev var. O küçük kapıdan içeri girmek, doğduğum evde, büyüdüğüm bahçede tekrar nefes almak istiyorum. Ama yaşananlar adım atmamı engelliyor. Orası artık bana yasak!

Gözlerimi kapatıp, kendi çocukluğumu izliyorum. Erik ağacının tepesine çıkmışım yine. Gün boyu bir ucundan diğer ucuna koşturup durduğumuz; oyunlarımızın, kavgalarımızın geçtiği sokak ne kadar küçük görünüyor şimdi..

Ve özlüyorum. Artık hayatımda olmayan, olamayan insanları. Tenim ürperiyor..Onları bir daha görememenin, sarılamamanın verdiği soğuk bir ürperti.

Derin bir melankolinin içinde buluyorum kendimi. Derin bir yalnızlık duygusu.

Hayatımızda olan biten ve yitirilen herşeye daha ne kadar kayıtsız kalabiliriz ki!!

7 Ağustos, Pazar

9 Ağustos 2011 Salı

Ihlamur kokulu diyar..Saraybosna..

‘..nadide bir çiçek gibi kokan Saraybosna'yı biri koklamaya görsün. Bu şehirde doğmasa bile bu şehirli olur o biri...’
Geçenlerde karşılaştığım bu sözler benim Saraybosna’mı, ıhlamur kokulu diyarımı çok güzel anlatıyor.


Temmuz, 2007

Uçağımız daha Saraybosna’ya yaklaşırken içimi tuhaf bir heyecan kaplıyor. Sanki yıllar önce koparıldığım yuvama kavuşuyormuşum gibi sabırsızlanıyorum. Gümrükte pasaport sırası bitmeyecekmiş gibi; bir an önce dışarı çıkıp bu güzel diyarın havasını içime çekmek istiyorum; bir o kadar da yaralı, boynu bükük bu diyarın.

Saraybosna’da ilk günümüz çok uzun geçiyor. Panaromik şehir turumuz sırasında önce Saraybosna’ya tepeden bakabileceğimiz bir yere çıkıyoruz. Şehrin merkezi harap olmuş yıkık dökük binalarla kaplı. Onların etrafında, yeşillikler içinde bir halka gibi çevrelenen yeni yerleşim yerleri tepelere kadar yayılmış. Şehir Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluğu mimarisini hala koruyor.

Gezimize ilk önce şehrin tarihi Türk çarşısı ‘Başçarşıya’ ile başlıyoruz. Fotoğraflarından tanıdığım ‘Sebil’i uzaktan görür görmez kendimi evimde hissediyorum. Herşey çok tanıdık. Sesler, yüzler, yemek ve kahve kokuları… Dilleri farklı olmasına rağmen arada bir tanıdık kelimeler duyuyoruz. Hatta Türkçe konuşabilen insanlara rastlamak da çok olağan. Kuşlara yem veriyoruz, ara sokaklarda yürüyoruz ve yorgunluğumuzu atmak için çarşı meydanında oturup oradayken tutkunu olduğum Boşnak kahvesinden yudumluyoruz. Burada kahve bakır cezvelerle getiriliyor ve kulpsuz fincanlarda içiliyor, yanında da mutlaka güllü lokumlar ikram ediliyor. Bakırcılar sokağını gezdikten sonra öğlen Sebil çeşmesi etrafındaki börekçilerden kıymalı Boşnak böreği (burek) yiyoruz. Bizim böreklerimize göre biraz daha yağlı ama tadı çok güzel, yanında da mutlaka yoğurt (ayran) içmenizi öneririm.

Yemekten sonra savaşın izlerini hala üzerinde taşıyan eski evlerin arasında dolaşıyoruz. Buralarda hala yaşam var. Maddi kaynak olmadığı için binalar da kaderine terk edilmiş, durumu iyi olmayan ailelerin sığınağı olmuş. Duvarlarında mermi delikleri, pencerelerinde rengarenk çiçekler.. İçimiz burkuluyor birden.

Mermilerin delik deşik ettiği bir evin önünden geçerken soğuk bir ürpertiyle duruyorum. Gözlerimi kapatıyorum. İçeriden çığlıklar yükseliyor, belki kaçacak yer bulamayıp çaresiz bekleyiş içindeler, belki de son nefeslerini veriyorlar; korkuyu tenimde hissediyorum. İçeride yaşanan vahşeti tahayyül etmek çok zor. Sonra korkuyla açıyorum gözlerimi, daha fazla devam edemiyorum.

Bir sonraki durağımız Başçarşıyanın kuzeyinde bulunan ve müze olarak korunan bir Osmanlı konağı, “Srvzo House”. O dönemin yaşam tarzını görmek istiyorsanız mutlaka uğrayın. Yol gösteren, daha doğrusu karışan kimse olmadığı için hemen odalara doluşup kendimize güzel birer köşe bulup dinleniyoruz ve evin havasını teneffüs ediyoruz.

Gazi Hüsrev Bey Külliyesi, Latin Köprüsü, Aliya İzzetbegoviç’in mezarı (Sarı Tabya) Başçarşıya’ya yürüme mesafesinde. Buraları da dolaştıktan sonra günün sonuna doğru havaalanı yakınında bulunan ‘Umut Tüneli’ni ziyaret ediyoruz. 800 metre uzunluğundaki bu tünel savaş sırasında bir evin bodrumundan kazılmaya başlanıyor ve havaalanı tarafında başka bir evin bodrumunda bitiyor. Bu sayede halk bombardımandan korunarak ihtiyaç malzemelerini ve yaralıları taşıyabiliyorlar. Savaş sonrasında evin sahipleri tarafından müze olarak işletilen tünele girmeden önce savaşın vahşetini gözler önüne seren ve gerçek görüntülerden oluşan bir video izleniyor. Tünelin yaklaşık 4 metrelik bir kısmı ziyarete açık ve burada tünelin yapımında kullanılan malzemeler, fotoğraflar vs sergileniyor. Tüneli gezdikten sonra arka bahçedeki meyva ağaçlarını keşfediyoruz ve izin aldıktan sonra bahçeye dalıp bütün meyvalardan toplayıp yemeye başlıyoruz. Özellikle vişne ağacı benim favorim. Yedikçe doyamıyorum ve oradaki tadı bir daha başka vişnelerde bulamıyorum.

Akşam otelimizde dinlendikten sonra Miljacka nehri kenarında yürümeye başlıyoruz. Sonra eğlence seslerini takip edip gençlerin takıldıkları mekanları keşfediyoruz. Burada her şey çok doğal, sokakların kenarlarına kurulan açık hava mekanlarında kendi imalatları olan yerel biraları içiliyor, müzik sesleri havada uçuşuyor ve kulağı rahatsız etmiyor. Burada çok eğleniyorum. Otele dönerken yağmura yakalanıyoruz ve kahkalar atarak çılgınlar gibi koşmaya başlıyoruz.

Sabah erkenden uyanıyorum ve kısa bir gezintiye çıkıyorum. İnsanlar sakin sakin günlük işlerine başlamışlar. Yabancı olduğumu anlayıp bana uzun uzun bakıyorlar. Hepsine el sallıyorum ve karşılığında sıcacık gülüşler alıyorum.

Kahvaltıdan sonra Vrelo Bosna’ya, yani Saraybosna’ya hayat veren suyun kaynağına gidiyoruz. Çınar ağaçlarıyla çevrili uzun ince bir yoldan faytonlarımızla suyun kaynağına ilerlerken sanki yaşamın kaynağına iniyor gibiyim. İçim kıpır kıpır. Temmuz olmasına rağmen halen baharın ılık esintisi var. Esintiyle birlikte ıhlamur kokuları geliyor etraftan ve bu koku beni baştan çıkarıyor; içimde biriken ne varsa hepsi uçup gidiyor, tutamıyorum; hafifliyorum, ayaklarım yerden kesiliyor. Ihlamur kokuları arasında, geçmiş, gelecek ve bugün arasında gidip geliyorum. İçimi tatlı bir huzur kaplıyor; gözlerimi açmak istemiyorum. Özlediğim her şey sanki bir anda yanı başımda beliriyor, bir daldan diğerine atlıyorum; hepsini kucaklamak, içime sığdırmak istiyorum. Yıllardır böyle mutlu olduğumu hatırlamıyorum. Bu kokuyu sonsuza kadar içime hapsediyorum; artık benim için ıhlamur kokusu mutluluğun kokusu.

Saraybosna'daki ikinci günümüz dingin bir hava içerisinde geçiyor. Bu yorgun ama başı dimdik şehir ve insanları beni çok etkiliyor. Herşeye rağmen gülüyor, eğleniyor ve yaşamlarına devam ediyorlar. Dolu dolu geçirdiğimiz iki günün ardından ıhlamur kokularını ve şehrin dinginliğini yanıma alarak yoluma devam ediyorum..


22 Aralık 2010 Çarşamba

Çınar'ımız..


Bugün ailemizin yeni üyesi aramıza katıldı.
Çınar..
3.950 kg, 53 cm

Minicik gözleriyle karşılaştığımızda daha ilk anda sonsuza kadar bağlandığımı hissettim, tıpkı Zara’yı ilk gördüğümde kollarımı ona uzatırken hissettiğim gibi. Mis bebek kokusunu içime çekerken yüreğimin de sonsuz bir sevgiyle dolup taştığını biliyordum.
Karşılıksız sevginin ne demek olduğunu şimdi gerçekten anlayabiliyorum.Ona bakarken gözlerimin nemlendiğini hissediyorum, içim coşkuyla dolup taşarken hep olduğu gibi.
Bu kadar güzel bir bebeğe sahip olduğu için kardeşime imreniyorum ama kıskanmıyorum, çünkü o benim de bir parçam, canımdan, kanımdan..
İlk hareketlerini, ilk adımlarını, ilk sözcüklerini ben de büyük bir mutlulukla izleyeceğim. Elinden tutup birlikte yürüyeceğimiz günleri iple çekeceğim. Güldüğünde benim de yüzüm gülecek, hastalandığında benim de içim acıyacak.
Gözlerimin önünde her gün biraz daha büyüyecek ve köklerini salacak yaşama.
Ve ben onu hep çok seveceğim.