Geçenlerde karşılaştığım bu sözler benim Saraybosna’mı, ıhlamur kokulu diyarımı çok güzel anlatıyor.
Temmuz, 2007
Uçağımız daha Saraybosna’ya yaklaşırken içimi tuhaf bir heyecan kaplıyor. Sanki yıllar önce koparıldığım yuvama kavuşuyormuşum gibi sabırsızlanıyorum. Gümrükte pasaport sırası bitmeyecekmiş gibi; bir an önce dışarı çıkıp bu güzel diyarın havasını içime çekmek istiyorum; bir o kadar da yaralı, boynu bükük bu diyarın.
Saraybosna’da ilk günümüz çok uzun geçiyor. Panaromik şehir turumuz sırasında önce Saraybosna’ya tepeden bakabileceğimiz bir yere çıkıyoruz. Şehrin merkezi harap olmuş yıkık dökük binalarla kaplı. Onların etrafında, yeşillikler içinde bir halka gibi çevrelenen yeni yerleşim yerleri tepelere kadar yayılmış. Şehir Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluğu mimarisini hala koruyor.
Gezimize ilk önce şehrin tarihi Türk çarşısı ‘Başçarşıya’ ile başlıyoruz. Fotoğraflarından tanıdığım ‘Sebil’i uzaktan görür görmez kendimi evimde hissediyorum. Herşey çok tanıdık. Sesler, yüzler, yemek ve kahve kokuları… Dilleri farklı olmasına rağmen arada bir tanıdık kelimeler duyuyoruz. Hatta Türkçe konuşabilen insanlara rastlamak da çok olağan. Kuşlara yem veriyoruz, ara sokaklarda yürüyoruz ve yorgunluğumuzu atmak için çarşı meydanında oturup oradayken tutkunu olduğum Boşnak kahvesinden yudumluyoruz. Burada kahve bakır cezvelerle getiriliyor ve kulpsuz fincanlarda içiliyor, yanında da mutlaka güllü lokumlar ikram ediliyor. Bakırcılar sokağını gezdikten sonra öğlen Sebil çeşmesi etrafındaki börekçilerden kıymalı Boşnak böreği (burek) yiyoruz. Bizim böreklerimize göre biraz daha yağlı ama tadı çok güzel, yanında da mutlaka yoğurt (ayran) içmenizi öneririm.
Yemekten sonra savaşın izlerini hala üzerinde taşıyan eski evlerin arasında dolaşıyoruz. Buralarda hala yaşam var. Maddi kaynak olmadığı için binalar da kaderine terk edilmiş, durumu iyi olmayan ailelerin sığınağı olmuş. Duvarlarında mermi delikleri, pencerelerinde rengarenk çiçekler.. İçimiz burkuluyor birden.
Mermilerin delik deşik ettiği bir evin önünden geçerken soğuk bir ürpertiyle duruyorum. Gözlerimi kapatıyorum. İçeriden çığlıklar yükseliyor, belki kaçacak yer bulamayıp çaresiz bekleyiş içindeler, belki de son nefeslerini veriyorlar; korkuyu tenimde hissediyorum. İçeride yaşanan vahşeti tahayyül etmek çok zor. Sonra korkuyla açıyorum gözlerimi, daha fazla devam edemiyorum.
Bir sonraki durağımız Başçarşıyanın kuzeyinde bulunan ve müze olarak korunan bir Osmanlı konağı, “Srvzo House”. O dönemin yaşam tarzını görmek istiyorsanız mutlaka uğrayın. Yol gösteren, daha doğrusu karışan kimse olmadığı için hemen odalara doluşup kendimize güzel birer köşe bulup dinleniyoruz ve evin havasını teneffüs ediyoruz.
Gazi Hüsrev Bey Külliyesi, Latin Köprüsü, Aliya İzzetbegoviç’in mezarı (Sarı Tabya) Başçarşıya’ya yürüme mesafesinde. Buraları da dolaştıktan sonra günün sonuna doğru havaalanı yakınında bulunan ‘Umut Tüneli’ni ziyaret ediyoruz. 800 metre uzunluğundaki bu tünel savaş sırasında bir evin bodrumundan kazılmaya başlanıyor ve havaalanı tarafında başka bir evin bodrumunda bitiyor. Bu sayede halk bombardımandan korunarak ihtiyaç malzemelerini ve yaralıları taşıyabiliyorlar. Savaş sonrasında evin sahipleri tarafından müze olarak işletilen tünele girmeden önce savaşın vahşetini gözler önüne seren ve gerçek görüntülerden oluşan bir video izleniyor. Tünelin yaklaşık 4 metrelik bir kısmı ziyarete açık ve burada tünelin yapımında kullanılan malzemeler, fotoğraflar vs sergileniyor. Tüneli gezdikten sonra arka bahçedeki meyva ağaçlarını keşfediyoruz ve izin aldıktan sonra bahçeye dalıp bütün meyvalardan toplayıp yemeye başlıyoruz. Özellikle vişne ağacı benim favorim. Yedikçe doyamıyorum ve oradaki tadı bir daha başka vişnelerde bulamıyorum.
Akşam otelimizde dinlendikten sonra Miljacka nehri kenarında yürümeye başlıyoruz. Sonra eğlence seslerini takip edip gençlerin takıldıkları mekanları keşfediyoruz. Burada her şey çok doğal, sokakların kenarlarına kurulan açık hava mekanlarında kendi imalatları olan yerel biraları içiliyor, müzik sesleri havada uçuşuyor ve kulağı rahatsız etmiyor. Burada çok eğleniyorum. Otele dönerken yağmura yakalanıyoruz ve kahkalar atarak çılgınlar gibi koşmaya başlıyoruz.
Sabah erkenden uyanıyorum ve kısa bir gezintiye çıkıyorum. İnsanlar sakin sakin günlük işlerine başlamışlar. Yabancı olduğumu anlayıp bana uzun uzun bakıyorlar. Hepsine el sallıyorum ve karşılığında sıcacık gülüşler alıyorum.
Kahvaltıdan sonra Vrelo Bosna’ya, yani Saraybosna’ya hayat veren suyun kaynağına gidiyoruz. Çınar ağaçlarıyla çevrili uzun ince bir yoldan faytonlarımızla suyun kaynağına ilerlerken sanki yaşamın kaynağına iniyor gibiyim. İçim kıpır kıpır. Temmuz olmasına rağmen halen baharın ılık esintisi var. Esintiyle birlikte ıhlamur kokuları geliyor etraftan ve bu koku beni baştan çıkarıyor; içimde biriken ne varsa hepsi uçup gidiyor, tutamıyorum; hafifliyorum, ayaklarım yerden kesiliyor. Ihlamur kokuları arasında, geçmiş, gelecek ve bugün arasında gidip geliyorum. İçimi tatlı bir huzur kaplıyor; gözlerimi açmak istemiyorum. Özlediğim her şey sanki bir anda yanı başımda beliriyor, bir daldan diğerine atlıyorum; hepsini kucaklamak, içime sığdırmak istiyorum. Yıllardır böyle mutlu olduğumu hatırlamıyorum. Bu kokuyu sonsuza kadar içime hapsediyorum; artık benim için ıhlamur kokusu mutluluğun kokusu.
Saraybosna'daki ikinci günümüz dingin bir hava içerisinde geçiyor. Bu yorgun ama başı dimdik şehir ve insanları beni çok etkiliyor. Herşeye rağmen gülüyor, eğleniyor ve yaşamlarına devam ediyorlar. Dolu dolu geçirdiğimiz iki günün ardından ıhlamur kokularını ve şehrin dinginliğini yanıma alarak yoluma devam ediyorum..
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi9OMCTRfwyN0SY66BPuYQPvcLNTimPcqmRliDyMMNl-sat4RIx7ebk_LnZLXLgJDwtd8gCrQiGW4wfBghaf0INdp0CGiDfhYW1Fa-boQ61z9fk9b8b99sRKKkEyp6cfpjQ4KhhfrsYsYY/s320/6773_117245582117_571237117_2291400_3282601_n.jpg)